P
Padişahbet
Administrator
Yönetici
Mekân ruha sirayet eder ve bir zaman sonra yaşadığın mekâna benzersin. Yaşadığın yere göre seversin, üzülürsün, âşık olursun, düşünürsün ve nihayetinde o mekânın çizdiği kader istikametinde yürürsün. Dört ya da beş yıl evvel, eğitim için davetli olarak gittiğim Ankara'da bir otelde kalmak durumunda kaldım. Açık büfe yemekler, ihtişamlı salonlar, son teknolojiyle dizayn edilmiş odalar, ikramlar vs. Hayatta aldığım en büyük ve gerçek derslerden biriydi orada anladıklarım ve hissettiklerim. İnsan abartı ve bolluk karşısında kendini diğerlerinden farklı görmeye, seçilmiş olduğuna inanmaya ve yavaş yavaş şımarmaya başlıyor.
O otelden ayrılırken tüm kalbimle şu duayı ettiğimi hatırlıyorum: 'Allah'ım bu ihtişamlı dünyalık nimetlerini lütfen bana verme, hayatım boyunca beni bu varlık ve bolluk sınavıyla sınama.' O günden bu yana kabul olan duam inşallah ömrümün sonuna kadar yanımdan hiç ayrılmaz.
Duyduğum şu repliği defterime yazmışım: 'İnsan yoksullaştıkça daha az yer kaplar. Yani insan yoksullaştıkça sıkışabilme yeteneği artar.' Uzun uzun düşündüm bu cümleyi; yoksulluğu, fakirliği ve onun öz kardeşi hakir görülmeyi. İnsan sahiden de yoksulluğu ölçüsünde yer kaplıyor dünyada, ne kadar gücün ve imkânın varsa o ölçüde misafir oluyorsun ve değer görüyorsun burada. Yoksul, dünyanın kendine biçtiği rolü görüp ona göre konumlandırır kendini. Hak talep etmez, hak ettiği kendisine uzatıldığında dahi endişeyle bakar çevresine, çünkü dünya tarafından öyle alıştırılmıştır ki değersizliğe, bir hakkı olabileceğini unutmuştur bile. Güç imgesi karşısında yoksulluğun nasıl durduğunu hatırlayın: eller önde bağlı, boyun eğik, hafif kambur. Bunun nedeni dünyada daha az yer kaplamaktır aslında; daha az görünmek hatta mümkünse fiziki olarak hiç var olmama arzusunun bir sonucudur. Çünkü yoksulken kendi varlığınız bile yük gelir kendinize.
Şimdilerde halkçılık oynayanların, halka ses soluk olduklarını söyleyenlerin ve yazıp çizenlerin kaç tanesi acaba o küçük kapıcı dairelerinin kapısını çalmış, kaç yoksulla dost olmuştur bilmiyorum; ama 1+1 zemin kat dairelerde kalabalık bir nüfusla yaşamak zorunda kalanların, olmak ya da olmamak çizgisinde neler yaptıklarını herkesin görmesini, hissetmesini isterdim. Oğulların kederi ve tüm gün var gücüyle çalışmış babaların, yorgun anaların yutkundukları öfkesi vardır orada. Acıyı romanlarda, hatıratlarda ya da şiirlerde bulamazsınız; gerçek acı hayatın içindedir.
Yaşadığı alan daraldıkça, insan zihni kendisine kaçış sahaları oluşturur. Fiziki olarak aşamadığı güçlükleri düşünce dünyasında yenmeye gayret gösterir. Sanırım beni şiire yönlendiren faktörlerden biri de iki adımlık odamda yaşadığım sıkışmışlık hissiydi. Şiirin böyle bir işlevi vardır; sizi darlıktan kurtarır ya da kurtulma ihtimali sunar. Manzarasız, daracık bir pencere önünde tüm dünyanın taarruzuna karşı şiir yazmak ya da okumak kalbinize ve bileğinize yenilmesi imkânsız bir kuvvet verir. Turgut Uyar'ın şu dizelerini okuyup da bir oda içerisinde yenilmeyi beklemek mümkün müdür sizce: 'Yatılan bir yataktan kalkmak / Mektuplar açıp okumak / Biraz çocuklar sevmek / Daracık katlarda oturmak / Biraz kutsal kitap okumamak / Duvarlara resimler çakmak / Duvarda 205 pipo / Duvarda düğmeler / Duvarlara yakışmak.' Hangi şartlar altında yaşıyor olursa olsun, insan muhakkak kendini çiçekli bir duvarın önünde hayal eder ve bir gün en güzel fotoğrafını o duvar önünde çektireceğini düşler.
Yoksullukla beraber daralan yaşam alanları zenginlikle beraber genişler. Zenginleştikçe dünyanın hükümdarı olduğunu düşünen insan, büyük bir hırsla ve hızla daha da geniş alanlara sahip olmak ister; asla doymaz, hep bir fazlasını ister. Satın alınan mekânlar ölüm korkusunun bir tezahürüdür aslında. Dünyaya kök salma, tutunma, iz bırakma gayretinin bir parçasıdır bu, fakat dünyada kalmak için dünyayı satın almaya çalışanların sonu hep aynıdır: Dünyadan göçüp gitmek.
Aşırı olan her durumun ardında muhakkak bir zayıflık ve eksiklik mevcuttur. Büyük koltuklar, masalar, arabalar, yüzükler, havuzlar, balkonlar ve hatta arkadaş çevreleri. Hepsi yüzleşmekten korkulan küçük benlikleri gizleme telaşının eseri. Gerçek olanın gösterişe ya da ihtişama ihtiyacı yoktur, çünkü gerçeğin hikmeti görünende değil, görünmeyendedir.
Bazı yaşanmışlıklar şiire sığmıyor, küçük evler de öyle. Neresinden yazarsan yaz sanki bir şeyler hep eksik, bir şeyler yeterli ölçüde dokunaklı değil ve suni. Böyle zamanlarda gerçeğin kapısını şiirle yumruklamayı bırakmalı insan, o kapı isterse kendiliğinden açılacaktır zaten. Her şeyi şiirle anlatmaya çalışmak da bir tür takıntı; şiir çabasından daha önemli şeyler de var hayatta. Misal, yaşamak şiirden daha önemlidir. İnsan sıkıştıkça, köşeye sıkıştırıldıkça yaşamak için aklına bir fikir gelir. O fikir sizi geniş salonlarda, ferah teraslarda, sallanan bahçe sandalyelerinde bulmaz. Sıkışmaktan, darlıktan, unutulmuş küçük evlerde yaşamaktan korkmayın yeter ki, durup düşünün ve bir refleks gösterin, gerisi zaten kendiliğinden gelecektir. Buna eminim.
Bu yazının başlığı yazardan bağımsız editoryal olarak hazırlanmıştır.
O otelden ayrılırken tüm kalbimle şu duayı ettiğimi hatırlıyorum: 'Allah'ım bu ihtişamlı dünyalık nimetlerini lütfen bana verme, hayatım boyunca beni bu varlık ve bolluk sınavıyla sınama.' O günden bu yana kabul olan duam inşallah ömrümün sonuna kadar yanımdan hiç ayrılmaz.
Duyduğum şu repliği defterime yazmışım: 'İnsan yoksullaştıkça daha az yer kaplar. Yani insan yoksullaştıkça sıkışabilme yeteneği artar.' Uzun uzun düşündüm bu cümleyi; yoksulluğu, fakirliği ve onun öz kardeşi hakir görülmeyi. İnsan sahiden de yoksulluğu ölçüsünde yer kaplıyor dünyada, ne kadar gücün ve imkânın varsa o ölçüde misafir oluyorsun ve değer görüyorsun burada. Yoksul, dünyanın kendine biçtiği rolü görüp ona göre konumlandırır kendini. Hak talep etmez, hak ettiği kendisine uzatıldığında dahi endişeyle bakar çevresine, çünkü dünya tarafından öyle alıştırılmıştır ki değersizliğe, bir hakkı olabileceğini unutmuştur bile. Güç imgesi karşısında yoksulluğun nasıl durduğunu hatırlayın: eller önde bağlı, boyun eğik, hafif kambur. Bunun nedeni dünyada daha az yer kaplamaktır aslında; daha az görünmek hatta mümkünse fiziki olarak hiç var olmama arzusunun bir sonucudur. Çünkü yoksulken kendi varlığınız bile yük gelir kendinize.
Şimdilerde halkçılık oynayanların, halka ses soluk olduklarını söyleyenlerin ve yazıp çizenlerin kaç tanesi acaba o küçük kapıcı dairelerinin kapısını çalmış, kaç yoksulla dost olmuştur bilmiyorum; ama 1+1 zemin kat dairelerde kalabalık bir nüfusla yaşamak zorunda kalanların, olmak ya da olmamak çizgisinde neler yaptıklarını herkesin görmesini, hissetmesini isterdim. Oğulların kederi ve tüm gün var gücüyle çalışmış babaların, yorgun anaların yutkundukları öfkesi vardır orada. Acıyı romanlarda, hatıratlarda ya da şiirlerde bulamazsınız; gerçek acı hayatın içindedir.
Yaşadığı alan daraldıkça, insan zihni kendisine kaçış sahaları oluşturur. Fiziki olarak aşamadığı güçlükleri düşünce dünyasında yenmeye gayret gösterir. Sanırım beni şiire yönlendiren faktörlerden biri de iki adımlık odamda yaşadığım sıkışmışlık hissiydi. Şiirin böyle bir işlevi vardır; sizi darlıktan kurtarır ya da kurtulma ihtimali sunar. Manzarasız, daracık bir pencere önünde tüm dünyanın taarruzuna karşı şiir yazmak ya da okumak kalbinize ve bileğinize yenilmesi imkânsız bir kuvvet verir. Turgut Uyar'ın şu dizelerini okuyup da bir oda içerisinde yenilmeyi beklemek mümkün müdür sizce: 'Yatılan bir yataktan kalkmak / Mektuplar açıp okumak / Biraz çocuklar sevmek / Daracık katlarda oturmak / Biraz kutsal kitap okumamak / Duvarlara resimler çakmak / Duvarda 205 pipo / Duvarda düğmeler / Duvarlara yakışmak.' Hangi şartlar altında yaşıyor olursa olsun, insan muhakkak kendini çiçekli bir duvarın önünde hayal eder ve bir gün en güzel fotoğrafını o duvar önünde çektireceğini düşler.
Yoksullukla beraber daralan yaşam alanları zenginlikle beraber genişler. Zenginleştikçe dünyanın hükümdarı olduğunu düşünen insan, büyük bir hırsla ve hızla daha da geniş alanlara sahip olmak ister; asla doymaz, hep bir fazlasını ister. Satın alınan mekânlar ölüm korkusunun bir tezahürüdür aslında. Dünyaya kök salma, tutunma, iz bırakma gayretinin bir parçasıdır bu, fakat dünyada kalmak için dünyayı satın almaya çalışanların sonu hep aynıdır: Dünyadan göçüp gitmek.
Aşırı olan her durumun ardında muhakkak bir zayıflık ve eksiklik mevcuttur. Büyük koltuklar, masalar, arabalar, yüzükler, havuzlar, balkonlar ve hatta arkadaş çevreleri. Hepsi yüzleşmekten korkulan küçük benlikleri gizleme telaşının eseri. Gerçek olanın gösterişe ya da ihtişama ihtiyacı yoktur, çünkü gerçeğin hikmeti görünende değil, görünmeyendedir.
Bazı yaşanmışlıklar şiire sığmıyor, küçük evler de öyle. Neresinden yazarsan yaz sanki bir şeyler hep eksik, bir şeyler yeterli ölçüde dokunaklı değil ve suni. Böyle zamanlarda gerçeğin kapısını şiirle yumruklamayı bırakmalı insan, o kapı isterse kendiliğinden açılacaktır zaten. Her şeyi şiirle anlatmaya çalışmak da bir tür takıntı; şiir çabasından daha önemli şeyler de var hayatta. Misal, yaşamak şiirden daha önemlidir. İnsan sıkıştıkça, köşeye sıkıştırıldıkça yaşamak için aklına bir fikir gelir. O fikir sizi geniş salonlarda, ferah teraslarda, sallanan bahçe sandalyelerinde bulmaz. Sıkışmaktan, darlıktan, unutulmuş küçük evlerde yaşamaktan korkmayın yeter ki, durup düşünün ve bir refleks gösterin, gerisi zaten kendiliğinden gelecektir. Buna eminim.
Bu yazının başlığı yazardan bağımsız editoryal olarak hazırlanmıştır.