P
Padişahbet
Administrator
Yönetici
'Önümüzdeki manzarayla aklımıza gelip giden düşünceler arasında garip bir bağıntı vardır. Geniş düşünceler geniş manzaralara; yeni düşünceler yeni mekânlara ihtiyaç duyar. Bazen kendimize dair derin düşüncelere dalarız, düşünceler güç kaybeder ve düşecekmiş gibi olur; fakat yeni bir manzara onları canlandırır.' Böyle diyor Alain de Botton. Gelgelelim bugün ne geniş düşünceleri kışkırtacak geniş mekânlara, ne de manzaralara bakıp kalacak bir tavra sahibiz. Hayat burnumuzun ucundaki detaylarda ve ekranlarda kaybolarak -tüm yüzeyselliğiyle- gelip geçiyor.
Duyularla şekillenen ve duyulara şekil veren mimariler artık derinlikten çok yüzeyselliğiyle dikkat çekiyor. Her şey, arka plandaki kalitesizlikleri örtbas etmeye çalışan parıltılı dış yüzeylerle göz boyuyor. Böylece yaşadığımız mekânlar bize, biz de inşa ettiğimiz mekânlara benziyoruz. Binaların ömrü kısa. Tıpkı ilişkilerimiz gibi.
Castells'in dediği gibi "uzam", toplumun yansıması veya fotokopisi değil; kendisidir. Orada duyumsadığımız ve tecrübe ettiklerimiz, bizim dışımızda bir şey değil. Mimarinin geometrisi tefekkür haritamızı çiziyor nitekim. Öyle ki güzel düşünceler güzel mekânlara ihtiyaç duyuyor bu yüzden. Güzellikten kasıt bazen onun insana özgü kusurluluğudur. Oysa günümüz mekân tasarımı -tıpkı modern insanın yöneliminde olduğu gibi- pürüzsüzlüğü yüceltiyor. Pürüzsüzlük satıyor. Pürüzsüzlük tüketiliyor.
Her mekân bizden bir şeyler söylüyor. Çocuk parkları mahallesizliği, ücretli oyun alanları belli bir zamana indirgenen ebeveynlik ilişkilerini somutlaştırıyor. Okullar veya kurslar, yaşamdan kopartılan terbiyeyi duvarlarla çevrelenmiş belli bir mekâna indiriyor. Birbirimize duyduğumuz güvensizliği somutluyor yüksek güvenlikli siteler. Kişiye rezerve edilmiş otoparklar özel mülkiyete meylimizi resmediyor. Bir balkona teslim ediliyor bir evin dış dünyayla kurduğu yegâne bağ. Her odada kalorifer olunca herkes kendi odasına, kendi bireyci gettosuna çekiliveriyor. Artık stüdyo daireler geniş evlerden daha fazla tercih ediliyor.
Toplu taşıma araçlarının dakikliği aceleciliğimizi ve sabırsızlığımızı ifşa ediyor. Tahammülsüzlüğü benimseten modern dünyada artık kimse mesela fatura ödemek ve maaş için kuyruğa girmiyor, kimse birini karşılamak için gittiği bir istasyonda uzun uzadıya beklemiyor. Beklemenin mekânları, siber mekânlar tarafından işgal ediliyor. Maneviyat dahi, maneviyatı pazarlayan terapi seanslarında; kurtuluşsa spor salonlarında aranıyor. Artık kimse yürümüyor. Daha çok, hedef adım sayısını tutturmak için kendini yürütüyor. Çalışarak yorulan bir bedenin yerine kalori hesaplarıyla yordurulan sentetik bir beden anlayışı yükseliyor.
Sağlığa dair endişelerimiz, her köşe başında yükselen devasa hastanelerde tezahür ediyor. Ölüm kaygımız, şehrin dışına itilen, görünmezleştirilen hissiyatsız mezarlıklardan okunuyor. Ofisler, plazalar, gökdelenler dünyaya temayülü ve sonsuzluğu çağrıştıracak şekilde dizayn ediliyor. Burada herkes bir diğeriyle rekabet ediyor, birbirini gözetliyor ve diğerini daha çok çalışmaya sevk ediyor. AVM'ler, sınırsız tüketimci tavrımıza karşılık geliyor. Zamanın bir meta olarak harcanmasına hizmet ediyor eğlence mekânları. Tatil evleri, yeniden çalışmaya başlamaya hazırlanmak için yorgunluklarımızı alıyor. Üstelik her biri para ekonomisinin koşullarına uyumlu. Kent yaşamında kamusal alan, kapitalizmin çarklarını çeviren hizmetlerle şekilleniyor.
Oysa 'şerefu'l-mekân bi'l-mekîn'. Bir mekân, içindekilerle şereflenir ve değerlenir. Pekâlâ bir zamanlar mekânı fark ederek ve içine çekerek yaşayan atalarımızın aksine biz mekânışereflendirebiliyor, mekânla şeref bulabiliyor muyuz? Eğer hayırsa, mekânla kuramadığımız bu ilişkinin sonunda 'biz de bir ömür yaşadık' diyebilecek miyiz?
Bu yazının başlığı yazardan bağımsız editoryal olarak hazırlanmıştır.
- Bir balkona teslim ediliyor bir evin dış dünyayla kurduğu yegâne bağ.
Duyularla şekillenen ve duyulara şekil veren mimariler artık derinlikten çok yüzeyselliğiyle dikkat çekiyor. Her şey, arka plandaki kalitesizlikleri örtbas etmeye çalışan parıltılı dış yüzeylerle göz boyuyor. Böylece yaşadığımız mekânlar bize, biz de inşa ettiğimiz mekânlara benziyoruz. Binaların ömrü kısa. Tıpkı ilişkilerimiz gibi.
Castells'in dediği gibi "uzam", toplumun yansıması veya fotokopisi değil; kendisidir. Orada duyumsadığımız ve tecrübe ettiklerimiz, bizim dışımızda bir şey değil. Mimarinin geometrisi tefekkür haritamızı çiziyor nitekim. Öyle ki güzel düşünceler güzel mekânlara ihtiyaç duyuyor bu yüzden. Güzellikten kasıt bazen onun insana özgü kusurluluğudur. Oysa günümüz mekân tasarımı -tıpkı modern insanın yöneliminde olduğu gibi- pürüzsüzlüğü yüceltiyor. Pürüzsüzlük satıyor. Pürüzsüzlük tüketiliyor.
Her mekân bizden bir şeyler söylüyor. Çocuk parkları mahallesizliği, ücretli oyun alanları belli bir zamana indirgenen ebeveynlik ilişkilerini somutlaştırıyor. Okullar veya kurslar, yaşamdan kopartılan terbiyeyi duvarlarla çevrelenmiş belli bir mekâna indiriyor. Birbirimize duyduğumuz güvensizliği somutluyor yüksek güvenlikli siteler. Kişiye rezerve edilmiş otoparklar özel mülkiyete meylimizi resmediyor. Bir balkona teslim ediliyor bir evin dış dünyayla kurduğu yegâne bağ. Her odada kalorifer olunca herkes kendi odasına, kendi bireyci gettosuna çekiliveriyor. Artık stüdyo daireler geniş evlerden daha fazla tercih ediliyor.
Toplu taşıma araçlarının dakikliği aceleciliğimizi ve sabırsızlığımızı ifşa ediyor. Tahammülsüzlüğü benimseten modern dünyada artık kimse mesela fatura ödemek ve maaş için kuyruğa girmiyor, kimse birini karşılamak için gittiği bir istasyonda uzun uzadıya beklemiyor. Beklemenin mekânları, siber mekânlar tarafından işgal ediliyor. Maneviyat dahi, maneviyatı pazarlayan terapi seanslarında; kurtuluşsa spor salonlarında aranıyor. Artık kimse yürümüyor. Daha çok, hedef adım sayısını tutturmak için kendini yürütüyor. Çalışarak yorulan bir bedenin yerine kalori hesaplarıyla yordurulan sentetik bir beden anlayışı yükseliyor.
Sağlığa dair endişelerimiz, her köşe başında yükselen devasa hastanelerde tezahür ediyor. Ölüm kaygımız, şehrin dışına itilen, görünmezleştirilen hissiyatsız mezarlıklardan okunuyor. Ofisler, plazalar, gökdelenler dünyaya temayülü ve sonsuzluğu çağrıştıracak şekilde dizayn ediliyor. Burada herkes bir diğeriyle rekabet ediyor, birbirini gözetliyor ve diğerini daha çok çalışmaya sevk ediyor. AVM'ler, sınırsız tüketimci tavrımıza karşılık geliyor. Zamanın bir meta olarak harcanmasına hizmet ediyor eğlence mekânları. Tatil evleri, yeniden çalışmaya başlamaya hazırlanmak için yorgunluklarımızı alıyor. Üstelik her biri para ekonomisinin koşullarına uyumlu. Kent yaşamında kamusal alan, kapitalizmin çarklarını çeviren hizmetlerle şekilleniyor.
Oysa 'şerefu'l-mekân bi'l-mekîn'. Bir mekân, içindekilerle şereflenir ve değerlenir. Pekâlâ bir zamanlar mekânı fark ederek ve içine çekerek yaşayan atalarımızın aksine biz mekânışereflendirebiliyor, mekânla şeref bulabiliyor muyuz? Eğer hayırsa, mekânla kuramadığımız bu ilişkinin sonunda 'biz de bir ömür yaşadık' diyebilecek miyiz?
Bu yazının başlığı yazardan bağımsız editoryal olarak hazırlanmıştır.